7 Mayıs 2017 Pazar

Aziz Bey Hadisesi

Sanırım üniversite birden beri hatta belki hazırlıktan beri tuttuğum bir kitap listesi var. Bir türlü azaltamadığım, her seferinde okuduğumdan daha fazla kitabı eklenmiş bulduğum bir liste. Aziz Bey Hadisesi de uzun zamandır o listedeydi. Nihayetinde son verdiğim kitap siparişine kendisini de ekledim ve dün gece bir anlık önlenemez bir istekle elime aldım. Çoktan gece yarısı olmuştu ve bir şeyi bekliyordum. O arada biraz okurum derken kitabı bitirmiş buldum kendimi. Öfke, hüzün, acıma, kasvet… Hepsi birbirine karışmıştı içimde. Gitgide babası olan Aziz Bey’le gitgide Aziz Bey’in halet-i ruhiyesine bürünen ben bir müddet aynı acının altında ezildik gecenin içinde. 





(Bu fotoğrafı seçiyorum çünkü kurumuş bir gül ve solduracak bir ışığın altında kalan bu hikaye bendeki izlenime ancak bu kadar uyabilirdi. Diğer çektiklerime bakmadım bile bunu görünce. Varsın ışık ayarları berbat olsun, meramımı anlatmaya yarıyor o yeter.)

Esasen çok yanlış bir zamanda okumuş bulundum. Birkaç gün önce twitterda bir “Unutmaya nereden başlanır?” muhabbeti dönmüştü. Evli barklı insanların unutamadıkları aşklarından uluorta bahsetmesini oldum olası incitici bulmuşumdur, biraz da saygısızca. Üstüne bir de Aziz Bey’le tanışınca algıda seçicilik oluştu bir miktar. Öfkemi, annesinin güllerini solduran babasından başlayıp Aziz Bey’e bulaştırdım ve en çok onun vurdumduymaz, çaresiz kalınca ayırdına varan, aslında kendi yaralarını sarmak için -güya- yara saran haline yönelttim sanırım. Bir kadını başka bir kadının hayaleti kadar inciten çok az şey olsa gerek. Bu sıralar çokça buna şahit olduğumdan olsa gerek, garip bir hassasiyet geliştirdim buna karşı. Bu yüzden kitapta en çok Vuslat’la Aziz Bey’in annesine yandı içim. 


Bütün bunlara rağmen bir aşk uğruna bilmediği diyarlara giden (ki aslında asıl sebep aşk değil; onu bir şekilde tutan, -af buyurun- köpek tasması gibi yalnız bir noktaya kadar koşmasına müsaade eden bağlardan kurtulmak olsa gerek), ortada bırakılan, gurbetle sarıp sarmalanan Aziz Bey’e üzülmemek, onun o yalnızlığının, affedilmemişliğinin sızısını hissetmemek, dahası aşağılanışını, ufacık kalışını sindirmek de mümkün olmadı. Onunla beraber Beyrut sokaklarında o dil bilmez, yol bulmaz hali iliklerime kadar hissettim, güvertede el sallayacak bir göz aradım, tamburun tellerine hasretle dokundum. Belki ben ondan daha çok küçüldüm. Nihayetinde koskoca bir hissiyat karmaşasının içinde kalakaldım. Bu sızı, bu göğüs kafesimi sıkıştıran şey bir müddet daha bırakmaz beni muhtemelen. Bu hikayeyi kolay atlatamayacağım.


07.03.2017

0 yorum:

Yorum Gönder