"vay ki gençtim"

1 Mayıs 2022 Pazar

Yazıya başlamadan önce baktım, en son Aralık 2019'da yazmışım buralara. Aradan üç yıl, bir pandemi ve çokça yorgunluk geçmiş. Son yazıyı yazan ben ile şimdiki ben arasında bir aynılık kaldı mı söylemek güç ama olsun, iyi kötü yazmaya dönmek de bir benzerlik sayılır diyelim


Bu yazıya "Hadisçiler roman yazabilir mi?" sorusuyla başlıyorum çünkü detayların ve doğrudan aktarımın yani rivayetin merkezde olduğu bu ilim dalına gönül verenlerin roman yazmasının çok zor olduğunu düşünüyorum. Aslında sadece hadisçiler de değil genel olarak ilahiyatçıların roman yazması hele de ilim tarihiyle paralel giden bir dönem romanı yazması çok zor çünkü bu alanda çalışan için ilim faaliyeti ve alimler herhangi bir olay ve kişi olmanın çok ötesinde bir yer tutuyor. Dolayısıyla benim bu soruya cevabım ister istemez "hadisçiler roman yazamaz" oluyor. 

Geçtiğimiz yılın sonunda Ketebe'den Râvi isimli bir roman çıktığını ve yazarının Hadis hocası Muhammed Enes Topgül olduğunu duyduğumda bu soru tekrar gündemime girdi. Bir anda herkesin bu kitabı okumaya başlaması üzerine onların bitirmesini bekleyip okumaya değer olup olmadığını anlamaya karar verdim, bu yüzden sorumun cevabının değişip değişmeyeceği beklemede kaldı. Bu arada günler geçti, ben de bu kitabı okumayı sürekli erteledim. En son okuma zevkine güvendiğim bir arkadaşımın kitabı beğendiğini gösteren bir paylaşımını görünce bu sürüncemeye dur deyip kitabı aldım ve okumaya başladım. Râvi kendi ifadesiyle "post-modern" nitelik taşıyan bir roman çalışması. Roman çalışması diyorum çünkü bu bir roman değil daha doğrusu roman olmaya yetecek kadar kurgulanmamış bir metin. Kitabın alt başlığı "Hicri İkinci Yüzyılda Bir Muhaddisin İlim Serüveni" ve bu alt başlık kitabı roman olmaktan çalışma olmaya taşıyan unsurların başında geliyor. Elbette okuyucu kitlesine eseri sunmak için "Râvi"'den fazlasına ihtiyaç var, bu yüzden bu başlığı yadırgamıyorum ama bir romanla örtüştürmekte de zorlanıyorum. Kitap arka kapağında "gerçekten kurmacaya uzanan post-modern bir anlatı" şeklinde tarif ediliyor ve devamında romanla akademik çalışma arasında gidip gelen melez bir metin olduğu ifade ediliyor. Bunlara bakınca zaten roman olduğu iddiasını taşımıyor, neden bunca laf salatası derseniz anlarım fakat çalışmanın reklamının roman olarak yapıldığını ve bir roman olarak görülüp çokça övüldüğünü de eklemek isterim. -Bu övgülerden biri kitabın filminin yapılmasına yönelikti ki en yerinde övgü de bu olabilir çünkü kitabın eksiklerinin bir kısmı görsel anlatıyla tamamlanabilecek türden.- Çok uzattığımın ve lafı dolandırdığımın farkındayım ama insanın kalem ve klavyeyle arası bozulunca o bağı tekrar kurmak kolay olmuyor. Bu yüzden buraya kadar sabredip okuyanlara teşekkür ediyor ve meramımı daha net anlatmaya girişiyorum.

Bu çalışmayı hocadan fikir olarak dinlemiş olsam şahane bir fikir olarak görür ve yazılıp bir kisveye bürünmesini merakla beklerdim muhtemelen. Çünkü, hayali bir muhaddis üzerinden farklı dönemleri tek bir anlatı etrafında birleştirmek insanı heyecanlandıran bir şey, özellikle de hadis ilmiyle iyi kötü bir bağınız varsa. Ama kitap -maalesef ki- yeterince heyecan verici değil, hatta yer yer sıkılmanın eşiğine getiriyor bile diyebilirim. Benim açımdan bunun en temel sebebi kitabın kurgusal yönünün çok zayıf kalması. Enes Hoca (yazar) kitaba içten içe gerçek olmasını umduğum bir yazma eser hikayesiyle başlıyor ve anlatı da bu yazmanın etrafında gelişiyor. Böyle umdum çünkü gönül istiyor ki hoca metne sadık kalmak için eserinin kurgusunu bu kadar zayıf bırakmış olsun, ama maalesef ki bu kitabın problemi bir metne sadakat problemi değil. Zaten ortada böyle bir yazma da yok. Neyse.

Râvi'nin bir roman çalışması olarak hikayesi ve bir derdi var, burası kesin. Kitabın aşından sonuna kadar o derdi hissediyorsunuz. Yazarın hayal dünyasına da dar diyemem açıkçası çünkü böyle çok katmanlı bir şeyi hayal edip büyük bir kısmı bugün var olmayan güzergahların ve şahit olmanın ötesinde nasıl olduğuna dair çok da veri bulunmayan dönemlerin hikayesini ortaya koymak her hayalperestin harcı değil, bu açıdan hocanın hakkını teslim etmek isterim. Peki, kitabın derdini, sınırlılıklarını görüyor ve hikayenin tasavvur edilişini de takdir ediyorsam benim problemim ne bu kitapla? Kurgusallık derken ne bekliyorum? Baştan şunu ifade edeyim, kitabı alırken de okurken de bir fantastiklik veya efsun beklemedim, merak unsuru da en azından kitabı bitirmeme yetecek kadar vardı ama bir manzarası yoktu. Hicri üçüncü yüzyıla şöyle bir baktığımızda o hareketli yaşantı, ilim dünyasında olup bitenler, alimlerin etkileşimleri, gündelik hayat, yollar, şehirler, geceleri gündüzler derken kurguya dayanak olabilecek malzeme sayısı inanılmaz. Üstelik kimsenin yüzde yüz gerçeklik bekleyemeyeceği kadar eski bir devir söz konusu. Buna rağmen kitapla ve pek tabii râvi ile ilerlerken o yollar, şehirler, olaylar gözünüzde canlanmıyor bir türlü. Burada bir durup dilimi düzelteyim, belki diğer okurların gözünde canlanmıştır ama ben sadece kitaptan hareketle bir dünya kurmakta çok zorlandım. İstedim ki ışıl ışıl çöl geceleri, vahalar, seraplar, belki eşkıya baskını belki kervanbaşının hatıraları, şehirlerin bağları bahçeleri, çarşıların bitmek tükenmek bilmeyen canlılığı, mihnenin soğuk rüzgarları, ulemanın muhabbeti, talebelerin haşarılığı, çocukların neşesi, kadınların telaşesi sarsın dört bir yanımı ve her şeyden önemlisi râvi bir cisme bürünüp dikilsin karşıma, hayatı bir rivayet yolculuğu olmanın ötesinde canlılık bulsun, sevsin, sevilsin, öfkelensin, üzülsün... Daha pek çok şey sıralayabilirim beklentilerime dair ama okuyucuyu yormaya gerek yok. O yüzden tek bir cümleyle özetleyeceğim en büyük eksiği, kitabın baş rolünün diğerlerinden ayrılan bir varlığı, bir karakteri yok. Çok sıradan daha doğrusu haddinden fazla mutedil, bu yüzden ayakları yere basmıyor bir türlü. Yazarın raviden ziyade rivayetin hikayesini anlatmayı hedeflediğini düşünürsek sağlam bir karakter kurmayışını anlayabiliriz ama kitabın bizi alıp götürememesini yalnız buna bağlamak bizatihi roman türüne haksızlık olur. [Burada sebep-sonuç arasındaki ilişki net değil, farkındayım. Ama baştan da söylediğim gibi, küskün bir kalemle yazmak kolay değil.] Ulemanın içinde bu derece mutedil olmayı başaran, meselelere karşı hep belli bir mesafede kalan ve etrafında gelişen olaylara karşı ilmi faaliyetlerden bir kalkan oluşturan bir alim gerçekten var mıydı acaba diye düşünmekten de alamıyorum kendimi. Her şeyin ve herkesin merkezinde bir karakter ne kadar tarafsız kalabilir, ya da ne kadar uzak kalabilir akıştan? Ya da bu kadar güvenli bir mesafede kalmayı tercih eden karakterlerin anlatılacak bir hikayesi olduğuna emin miyiz? 

Kitabın görsel anlatısının zayıf olduğunu anladık, uzatma artık diyor iç sesim. O halde bir diğer probleme geçelim: Didaktiklik. Kitabın bir şeyleri doğru tasvir etme çabası ve hadis rivayetine dair gerçekçi bir tablo çizme gayesi o kadar ağır basıyor ki her şeyi gölgede bırakıyor. En ince ayrıntısına kadar açıklanan teknik terimler kurgunun içine yedirilmiş olsa da buradayım diye bağırıyor, parantez içlerinde verilen açıklamalar, bakın bunlar sadece bir hikayeden ibaret değil demek için yer verildiğini bas bas bağıran detaylar, yer yer ansiklopedi maddesini mi açtım diye sorgulatan dil derken "bir ravi vardı, ne oldu ona?" diye sormaktan alamıyor insan kendini. Hatta bu didaktiklik o kadar yoğun ki kurgusal detaylarda bile gösteriyor kendini, her şey bir kıssadan hisse, bir hikmetli detay gibi hissettiriyor. Hani yazara haksızlık etmiş olacağımı düşünmesem Sırlar dünyası değilse de adeta bir Payitaht Abdülhamit hikmetliliği diyeceğim. Bir okuyucu olarak ben okuduğum kitabın roman olma gayesi varsa başka hiçbir gayenin bunun önüne geçmemesini beklerim. Bu yüzden yazarın bu didaktiklikten neden kaçamadığını anlamakla birlikte kendisine tam olarak hak veremiyorum. Bu noktada bir ara metin olma iddiası taşıyan bu kitabın didaktiklik problemini aşabilirsin diyen sese dönüp cevap verme dürtüme karşı koyamıyorum: Yapan nasıl yapıyor bilgiyi bu kadar göze sokmadan?

Üstelik sorun didaktiklikten ibaret de değil. Kitabın dili anlattığı döneme kıyasla çok modern kalıyor. Yazar hikayeyi günümüz okuyucusunun dağarcığıyla anlatmak istediği için mi böyle bir dil kullandı yoksa durumun farkında değil mi bilmiyorum ama ben hicri ikinci asırda geçen bir hikayede kariyer gibi kelimeler görmeyi okuma zevkini baltalayan bir unsur olarak görmekten kendimi alamıyorum. Bunda bu dilin kitabı okurken gerçeklikten kopup akışa kapılmaya engel olmasının da payı büyük. Diğer bir dil sorunu ise kitabın anlatısında zaman kiplerinin sürekli değişmesi ve zaman zaman öznelerin birbirine karışması. Bu karışıklık kitabın çok katmanlı bir zaman çizgisinde ilerlemesinden değil didaktikliğin dozunun ayarlanamamasından kaynaklanıyor. Öznelerin özellikle teknik detaylar anlatılırken karışması da bunun bir alameti. Bu durum kiplerin uyumsuzluğuyla birleşince okumak bir miktar yorucu bir hal alıyor. Kitabın bazı kısımlarında bu yoruculuk nispeten ortadan kalkıyor, bu kısımların yazarın oralarda cûşa gelip hayal dünyasını kağıda daha rahat aktardığı yerler olduğunu düşünüyorum. :)

Aslında söylemek istediğim çok şey var ama size daha fazla bu satırları okuma işkencesi çektirmemek adına meseleyi toparlıyorum. Râvi bir roman olmaktan ziyade bir ek okuma metni. Bunu kesin olarak söyleyebilirim. Bu kadar akademik detaya ve yüzlerce isme rağmen okunması bir hadis tarihi kitabına kıyasla kolay ama bu niteliğin ona roman olma vasfı kattığına emin değilim. Bu yüzdendir ki kitabın -özellikle okuyucunun zihninde hadis ilminin temel kavramlarına dair bir tablo oluşturmaya çalışırken çok didaktik kalan ilk kısmının- sonuna gelmekte bir miktar zorlandım, bir an önce bitsin istedim çünkü zihnimde bu hikayenin tamamlanmasına ihtiyacım vardı. Sözün özü iyi roman okumayı sevenlere rahatlıkla önerebileceğim bir kitap değil, roman keyfi vermiyor. Ancak lisans seviyesindeki her ilahiyat öğrencisininin -hadis tarihi dersi aldıktan sonra- bu roman çalışmasını mutlaka okumasını tavsiye ederim. Bir de yüksek lisansta hadis düşünenlerin gerekli akademik okumaları yaptıktan sonra alimler arasındaki bağlantıyı kurmak, hadis tarihi ve usulünü bir çerçeveye oturtmak adına okumalarının çok faydalı olacağı kanaatindeyim. 

Not: Bir kitabı böyle eleştirmek için en azından başı sonu belli ve okunması zor olmayan bir yazı yazabilmek gerekirdi ama ne yapalım, elim kaleme alışana kadar idare edeceğiz.

Son not:Benim yaptığım gibi yanına Katar yapımı Ahmed b. Hanbel dizisini de katarsanız çok sıkıcı olmayan bir okumaya dönüşebilir -belki-.

12 Aralık 2019 Perşembe

Bu yazının hikayesi bir ay kadar önce her şeyin ters gidiyor gibi göründüğü bir günde başladı. O gün bir yazma eseri bulmak için önce Süleymaniye'ye gitmiş, dijital kayıtların mesai saatine yetişemeyince de diğer nüshasını bulmak için rotamı İstiklal'e çevirmiştim. Üstüne onca yolu gelip mesaiye yetişemedim diye hayıflanırken bindiğim metronun ışıkları sönmüş, 15 dakika habersizce beklediğimiz için varışım gecikmişti. Aradığım nüsha için Yapı Kredi'nin kütüphanesine vardığımda onların mesaisinin bitmesine de 20 dakika kalmıştı. Pes etmedim. Kütüphane katına ulaşıp sorumlu kişiyle konuştuğumda ne eseri ne de dijital kayıtları göremeyeceğimizi, eserden faydalanmak için mail ile talepte bulunup ücreti mukabilinde istediğimiz sayfaların kopyalarını alabileceğimizi öğrendim. Sağ olsun beyefendi nezaket gösterip kendi monitöründen eseri şöyle bir görmemi sağladı, hiç yoktan iyidir deyip gerekli bilgileri aldıktan sonra çıktım. Baktım akşamın vakti yakın, yola çıksam eve yetişmeme ihtimali var, günüm de pek iyi geçmedi bari usul usul Karaköy'e ineyim, yol üstündeki camide de namazı kılarım diye plan yapıp yürümeye başladım.


yüksek kaldırım, akşam, ışıklı sokak, ışıklı cadde, akşam taksim, kalabalık cadde
Yüksek Kaldırım Caddesi
Arkamda hafif sert akşam rüzgarı, önümde bütün şenliğiyle cadde, yürüdüm. Yolumuz Taksim'e düştüğünde bizi namazı nerede kılacağız endişesinden kurtaran, rengarenk ışıklı dükkanların arasında neredeyse görünmez kalan camiye geldiğimde aklımda bu caminin adını neden bilmediğim sorusu vardı. Namazı kılıp çıkınca baktım, Müeyyetzâde Camii yazıyordu. Tabelada böyle bir isim görmek beni şaşırtmıştı, bu arada kalmış, yeni görünümlü caminin cumhuriyet sonrasında yapılmış, tarihi vasfı olmayan bir cami olduğunu düşünmüştüm hep.

Aşağı doğru devam ederken Müeyyetzâde diye arama yaptım, ilk sırada çıkan İslam Ansiklopedisi maddesine (Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi) tıkladım. Tam o sırada telefonum çaldı, tarayıcıdan çıktım ama sekme açık kaldı. Sonraki günlerde tarayıcıyı her açtığımda sekme karşıma çıktı fakat yoğunluktan açıp bakamadım.
Yaklaşık 10 gün sonra tez için aldığım fakat dolaylı kaynak olduğu için okumayı sonraya bıraktığım bir kitabı elime aldım, kitaba konu olan kişinin yaptırdığı camiyi öven satırlara rast gelince açtım hangi cami diye baktım, Eyüp'e her gidişimde yolumun düştüğü, şahane çinileri olan küçük cami olduğunu görünce aklıma birden Müeyyetzâde Camii düştü, vakti bugünmüş demek ki deyip günlerdir açık duran sekmeye gittim.

Açık konuşmak gerekirse karşıma böyle bir portrenin çıkacağını hiç düşünmemiştim. Çünkü camii gayrimüslimlerin yoğunlukta olduğu bir muhitte, oldukça küçük bir alanı kaplayacak şekilde inşa edilmişti. Bu yüzden Müeyyetzade olsa olsa mahallenin ileri gelenlerinden orta rütbeli bir memurdur diye varsaymıştım. Fakat karşıma çıkan Müeyyedzâde birden çok sultanın hayatında etkin rol oynamış bir alim olmasının yanında Osmanlı Devleti'nin hukuk düzeninin oluşmasında etkili alimlerden edebi sahadaki ustalarına kadar birçok ismin hâmîsi olmuş, bir devre ve hatta sonraki nesillere damga vurmuş bir şahsiyetti.

Müeyyedzâde Abdurrahman EfendiKazerûniyye Tarikatı'nın şeyhi ve II. Bayezid 'in Amasya sancağındaki nişancısı olan Alâeddin Ali Çelebi'nin oğlu olarak XV. yüzyıın ortalarında (1456) dünyaya gelmiş. Anne ve baba tarafından silsilesi köklü ailelere dayanan Müeyyedzâde iyi bir medrese eğitimi aldıktan sonra Şehzade Bayezid'le tanışmış ve sofrasının daimi üyelerinden olmuş. Bu yakınlık kendisinin şehzadeyi kötü alışkanlıklara sevkettiği iddiasıyla Fatih Sultan Mehmed'e şikayet edilmesine yol açıp hakkında idam fermanı çıkınca Şehzade tarafından kaçması sağlanmış.
Hikaye buraya kadar yeterince heyecanlı değilmişçesine bu kaçışla birlikte yeni bir serüven başlamış. Önce Halep'e giden Müeyyedzâde burada çeşitli alimlerle görüşüp dersler almış. Ardından kendisine Şiraz'da yaşayan bir büyük alimden bahsedilmiş ve artık ona gitme zamanının geldiği söylenmiş. Bahsedilen alim meşhur Devvânî'den başkası değil. Müeyyedzâde bu kez Devvânî'nin talebesi olmak üzere İran'a doğru yol almış. Burada Devvânî'den hem icazet alan hem de onun övgüsüne mazhar olan Müeyyedzâde Hafız-ı Acem gibi alimlerle de arkadaşlık etmiş.
Ekim 1483'te Fatih Sultan Mehmet vefat edip II. Bayezid tahta çıkınca Amasya'ya dönen Müeyyedzâde hocaları Hatibzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Mevlâ Muslihuddîn Kestelî tarafından imtihana tabi tutulmuş, imtihanı başarıyla verdikten sonra hocalık icazetini alıp önce Kalenderhâne Medresesi’ne, hocası Kestelî’nin kızı ile evlendikten sonra da Sahn-ı Semân Medresesi'ne müderris olarak tayin edilmiş. Bu görevin ardından Îsâ Fakih’in vefatı üzerine 1494'te Edirne kadılığı, 1501'de Anadolu ve 1505'te Rumeli kazaskerliği ile görevlendirilmiş. Kazaskerliğin şeyhülislamlık makamının üstünde oldukça yetkili bir makam olması dikkate alındığında Müeyyedzâde'nin nasıl bir yükseliş yaşadığı daha iyi anlaşılıyor. Şehzade Selim'e karşı diğer şehzadeleri desteklediği bilinen MüeyyedzâdeI. Selim'in sultan olmasıyla birlikte bu sebeple görevinden azledildiyse de daha sonra tekrar Rumeli Kazaskerliğine atanmış ve sultanın emriyle Çaldıran Muharebesi'ne katılmış, bir yıl sonra da vefat etmiş.
Bu çalkantılı ve hareketli ömrüne iki sultan, dört eser, sayısız talebe sığdıran Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi şairlerin, ediplerin ve alimlerin koruyucusu olarak yazdırmış tarihe adını. Müeyyedzâde'nin himayesinde yetişenlerin ve tavsiyesiyle görev alanların başında Kemalpaşazâde (İbn-i Kemal) ve Ebussuud Efendi geliyor. Bunun yanında Şiraz'da arkadaşlık ettiği Hafız-ı Acem, Necati Bey ve Zâtî gibi önde gelen alim ve şairler de hâmîlik ettiği kişiler arasında yer alıyorlar. Müeyyedzâde'nin himayesinde bulunan kişilerin meslek hayatlarına göz atıldığında kendisinin hem II. Bayezid'in hem de I. Selim'in atamalarında etkili olacak nüfuza sahip olduğunu söylemek mümkün.
Tabloya bakıldığında Müeyyedzâde'nin Osmanlı'yı Osmanlı yapan kurucu figürlerden biri olduğunu söylemek herhalde abartı olmayacaktır. Himaye ettiği kişilerin yanında oğlunun Sahn-ı Semân müderrisliği yapması, meşayıhtan olan abisi Hacı Halife Abdurrahîm Efendi'nin oğlu olan yeğeni Şeyhî Abdulkadir Efendi'nin ise Ebussuud'a damat ve talebe olması ve daha sonra şeyhülislamlık görevini ifa etmesi de bu durumu destekler nitelikte. Bu arada Aşık Çelebi'nin de torunu olduğu bilgisini unutmamak lazım. Kendisinin hayatıyla ilgili küçük detayları Aşık Çelebi'den öğrenmişiz.  (Bunlardan biri de gençliğinde kendisi gibi Amasyalı olan ilk kadın şairlerimizden Mihrî Hatun'a uzaktan uzağa bir sevgi beslediği. ) 

Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi hakkında öğrendiklerim başta bu bilgilerden ibaretti, okudukça heyecanlandım, bağlantıları keşfederken zihnimde birbirini takip eden ışıklar yandı. Bu esnada tezimle dolaylı ilgisi olan tamamlayıcı bilgiler ve bağlantılar bulduğuma sevinirken daha önce hiçbir yerde görmediğim önemli ve doğrudan bir bilgiye de rastlayınca içimde bir miktar rüzgarlar esti, kelebekler uçuştu. Bu noktaya Taksim dönüşü aklıma düşen ufak bir soruyla gelmiş olduğumu düşünürsek nasıl bir mutluluk yaşadığım tahmin edilebilir. Taksim demişken, konuya dönmenin de zamanı geldi sanırım.

Müeyyedzâde hakkında araştırma yaparken çok şey öğrenmiştim ama bunca şey arasında bir eksik vardı, hiçbir yerde cami yaptırdığına dair bilgi olmadığı gibi çocuklarının yaptırdığına dair de yoktu. Başa döndüm ve bu defa doğrudan camiyi temel alarak aramaya başladım. Bu defa karşıma daha ilginç bir tablo çıktı.

Lohusa Hatun Türbesi
Müeyyetzâde Camii kimin tarafından yaptırıldığı konusunda bir ihtilaf olmakla beraber XVI. yüzyılın ikinci yarısında Müeyyetzâde Katip Mehmed Efendi tarafından yaptırıldığı biliniyormuş. Katip Mehmed Efendi'nin kim olduğuna dair ise iki farklı rivayet var. Bu rivayetlerden biri İstanbul'un meşhur efsanelerinden birine çıkarttı yolumu. Lohusa Hatun. Müeyyetzâde Camii'den yaklaşık 600 m. ileride, Şişhane Parkı'nın karşısında türbesi bulunan Lohusa Hatun bir rivayete göre 1596'da III. Mehmet döneminde (muhtemelen Haçova) orduyla birlikte sefere giden askerlerden biri geride hamile eşini bırakır. Seferden döndüğünde birkaç gün önce eşinin öldüğünü öğrenir ve mezarı başına gider. Mezarın başında ağlarken bir bebek sesi duyar, bunun üzerine mezar açılır ve içinden yeni doğmuş bir bebek çıkar. Bu bebek büyür ve büyük bir alim (veya devlet adamı) olur, annesinin mezarına bir türbe yaptırır ve bu hadiseden dolayı da Meyyitzade diye anılır. Bu rivayeti Evliya Çelebi Seyahatnâmesinde aktarmakta, türbenin I. Ahmed zamanında inşa edildiği kaydını eklemektedir. Diğer rivayete göre  sesinin güzelliğiyle meşhur olan Güzel Hoca isimli biri padişahın kızlarından birine aşık olur. Aşkından sesini bile kaybedecek noktaya gelince annesi gider, padişahtan kızı ister padişah razı olmasa da kızının da hocaya aşık olduğunu, bu yüzden yemeden içmeden kesildiğini öğrenince mecburen kızını verir. Hocayla padişahın kızı evlenir, bir süre sonra hacca gitmeye karar verirler ve yola çıkarlar. Hacda iken padişahın kızı rahatsızlanır, toparlanıp geri dönülür, İstanbul'a ulaşıldığında ise vefat eder. Bu duruma çok üzülen hoca hanımı için bir türbe yaptırır, her gün gelip türbe başında ağlar. Birkaç ay sonra ziyareti esnasında bir ağlama sesi duyar, mezar açılır. Kadının bedeninin hiç bozulmadığı, kucağındaki bir bebeğin de anneden süt emdiği görülür. Bebek mezardan alınır, bu mucizevi olay karşısında İstanbullular padişahın kızına Lohusa Sultan adını takarlar, bebek de büyür ve meşhur bir alim olur, yine Meyyitzâde olarak anılır. Bu rivayete göre olay 1647 yılında gerçekleşmiş. Türbenin kitabesinde de aynı tarih mevcutmuş. Türbenin içinde bulunan üç kabir de pencere üzerlerindeki kitabelere göre  941/1535 vefat tarihli Kâtib Mehmed Çelebi, 943/1537 vefatlı Hümâ bint Havvâ ve  1097/1686 vefatlı Sâliha Hatun'a ait görünmekteymiş. (Türbeye gitmeye fırsatım olmadığından gidip teyit edemedim, bu sebeple baktığım linklerden en geniş kapsamlı olanı şöyle bırakıyorum. https://www.arkeolojikhaber.com/haber-lohusa-sultan-turbesi-meyyitzade-efsanesi-mueyyetzadeden-mi-dogdu-20417/ ) Uzun bir müddet Evliya Çelebi'nin mezarının da bu türbede bulunduğu sanıldığından Lohusa Sultan Türbesi günümüze kadar ulaşmış ancak daha sonra Evliya Çelebi'nin mezarının burada bulunmadığı anlaşılmış.  
Peki bu efsanenin ve Lohusa Sultan'ın Müeyyetzâde Camii ile ne alakası var? 1940'lara kadar Lohusa Sultan Türbesi'nin  bulunduğu yerin hemen yanından Galata Mevlevîhanesine kadar uzanan bölgede Pera Mezarlığı bulunuyormuş. Mevlevihane'nin biraz ilerisinde de Müeyyetzâde Camii bulunuyor. Cami ile türbenin yakınlığı, Müeyyetzâde ile Meyyitzâde isimlerinin benzer olması bu iki yapının halk tarafından birbirine bağlanmasına sebep olmuş, camiyi yaptıran Müeyyetzâde Kâtip Mehmed Çelebi'nin efsanede kurtarılan bebek olduğu, camiiyi de annesinin hatırasına hürmeten yaptırdığı anlatılagelmiş. Ancak caminin duvarına bitişik bulunan Müeyyetzâde Kâtip Mehmed Efendi'ye ait 990/1582 tarihli bir kabrin bulunduğu ifadesi caminin efsaneyle kurulan bağını oldukça zayıflatıyor. Müeyyetzâde'nin hangi Katip Mehmed Efendi olduğuna dair ikinci rivayet de bu kabrin sahibi ve caminin banisi olduğundan ibaret. Cami 1950 yılında banisinin adını taşıyan Müeyyetzâde Mahallesi sakinlerinin desteğiyle tekrar yapılana dek geçirdiği tahribatlar ve yangınlardan dolayı harap halde bulunduğu, bir dönem de ahır ve depo olarak kullanıldığı için ne caminin orijinal yapısına ne de banisine dair ek bir bilgiye rastlanmıyor.

En azından ben bulamadım. Yalnız Amasya Sicilleri üzerine yapılmış bir çalışmada yakın tarihlerde yaşayanların arasında aynı isimde birinin zikredilmiş olması bir bağlantı olabileceğini düşündüm fakat bu da ilave araştırmaya muhtaç. Velhasıl Meyyitzâde ve Müeyyetzâde'nin ayrı kişiler olduğunu kabul etsek dahi bu kişilerin kim olduğu meselesi hala gizemini koruyor. Bu gizem merakımı celbetse de daha detaylı bir araştırmaya şu sıra vaktim olmadığından sorularımın cevabını bir başka zamana ertelemek zorundayım. Belki yolların beni İstiklal'e götürdüğü bir dahaki sefere birkaçını bulmak için ufak bir keşfe çıkarım. (Şöyle ekranı yukarı doğru kaydırınca epeyce uzun yazdığımı fark ettim. Başlarken de niyetim bu kadar uzatmak değildi ama olaylar kendiliğinden gelişti.)

eski fotoğraflar, beyoğlu arşivleri, müeyyetzade mahallesi eski
Bu yazıyı yazmaya yukarıda anlattıklarımı bir otobüs yolculuğunda teyzeme anlatırken karar vermiştim. Çünkü anlatırken bu şehrin her sokağının, her köşesinin yeni bir şeyler öğrettiğini, İstanbul'un tek başına öğretmen olduğunu bir kez daha anladım. Bir soru ve bir caminin peşinde çıktığım bu yolculuk bana birçok şey öğretmekle kalmadı, üstüne çalışmamla ilgili oldukça önemli bir bilgiye de ulaştım. Bu soruyu sormasam, o maddeyi açmasam ve Müeyyedzâdeleri birbirine karıştırmasam muhtemelen bu bilgiye ulaşamayacaktım. Günün sonunda nasibime bu kadar çok şey düştüğü, bir de bu şehirde doğmak ve yaşamak lütfuna eriştiğim için ne kadar şükretsem az.

Buraya kadar gelmişken bu şehrin bize öğretmen olmasını sağlayan, her köşesine bir hayrat bırakanların ve hassaten Müeyyedzâde ile Meyyitzâde'nin ruhlarına bir fatiha ile sonlandırmazsam herhalde ayıp olur. el-Fatiha.

 (Yazarken kullandığım kaynakları ve bahsi geçen kişileri linkledim, merak edenler altı çizili kelimelere tıklayarak ulaşabilir. İlave kaynaklar ise şöyle:

https://medium.com/@onganarslan/portre-m%C3%BCeyyedz%C3%A2de-abdurrahman-efendi-%C3%B6-1516-ff60eb00e0c1 [çok sansasyonel bulmakla birlikte yazıdan bir bilgi aldığım için paylaşıyorum]

https://www.istanbulunsirlari.net/istanbulun-ilginc-bir-hanim-turbesi/

http://isamveri.org/pdfdrg/D254426/2017/2017_ARSLANE.pdf

http://amasya.bel.tr/Files/kitaplar%20pdf/amasya%20%C3%BCnl%C3%BCleri1.pdf )

3 Ocak 2019 Perşembe

wajib, wajeb, düğün davetiyesi, iksv,
2018 benim için bol filmli bir yıl oldu. Yeni yıla başlarken de 2018'de izlediğim son filmin bende bıraktığı izlere ve düşüncelere dair bir şeyler yazmak istedim. Filmi Konya'ya gitmek üzere valiz hazırlığı yaparken ütü esnasında boş olmayayım diye film bakarken buldum. İlginç bir şekilde, afişini görür görmez izlemek istedim Wajib'i. Kısa bir araştırma yapınca Wajib'i 2018 İstanbul Film Festivali öncesinde listeme eklediğimi, daha sonra film ekibi ((İstanbul Film Festivali'nin İsrail Dışişleri Bakanlığı'nın fonladığı bir kuruluş tarafından desteklenmesi ve o süreçte İsrail'in Gazze'de Büyük Dönüş Yürüyüşü'ne (Great March of Return - مسیرة العودة الكبري )) katılan sivil halka gerçek mermilerle ateş açması ve çok sayıda yaralı ve şehitlerin olması sebebiyle)) İstanbul programlarını iptal ettiği için -kendi adıma protestolarına katkıda bulunmak adına- filme gösterime girmesine rağmen gitmediğimi hatırladım. Bu bakımdan filmi merakla açtım ve keyifle izleyip bitirdim.


Filmin yönetmeni Filistinli yönetmen-senarist Annemarie Jacir. Daha önceki filmlerini -maalesef- izlemediğim için genel bir yorum yapamayacağım ama Wajib'de gördüğüm kadarıyla oldukça iyi. Filmin başrolünde ise Muhammed ve Salih Bekri var ve filmde de baba-oğul rolünü oynuyorlar. Pek çok festivale katılan film, 2017 yılında Golden Astor ödülüne layık görülmüş. 
Dili Arapça ve toplam süresi 96 dakika. Imdb puanı ise 7,4.



Filme gelecek olursak; Wajib Nasıra'da (Filistin) yaşayan Filistinli bir baba (Ebu Şadi) ile İtalya'da yaşayan mimar oğlunun (Şadi) davetiye dağıtma hadisesini anlatıyor. Oğlunu "gurbete" okumaya göndermiş ve onun vatanına döneceği günü bekleyen altmışlı yaşlarının ortalarında bir baba ve otuzlu yaşlarda, kendi düzenini kurmuş, dünyayı kendi gözüyle görmüş "modern" bir oğulun adetleri gereği kapı kapı dolaşarak davetiye dağıtmaları bir yandan NasıraFilistinliler'in (özelde Hristiyan Arapların) gündelik hayatlarına bir pencere açarken bir yandan da baba-oğulun karşılıklı beklentilerini, taleplerini, kırgınlık/kızgınlıklarını, hezeyanlarını, sorgulamalarını ve hesaplaşmalarını ince ince işliyor. Hikaye gürültüsüz, abartısız ve fakat heyecanlı akıyor. Bu bakımdan bence Türk izleyici için oldukça kıymetli. Çünkü Türkiye'de Filistin mücadelesi zaman zaman sesi yükselen, sonra sağır edici bir sessizliğe bürünen inişli çıkışlı bir çizgide ilerliyor. Sanatta ise Filistin'de olan biten her şey büyük puntolarla gerçeklerin anlatılması ve bu esnada bütüncül bir tablonun ve akıp giden hayatın gözden kaçırılmasından ibaret kalıyor genelde. Özellikle halk bazında olup bitenler, sessiz direnişler, orada yaşamaya ve direnmeye sivil olarak devam edenlerin hikayesi biraz gölgede kalıyor. Wajib işte bu gölgede kalan hikayelerden bir hikaye.

wajib, wajeb, düğün davetiyesi, iksv,
Babanın yurtdışında okuyan oğlunu çevresine anlatışı, oğlunun ilişkisine bakışı, kızına muamelesi, kendisini iki çocuğunu da ardında bırakarak terk eden karısına dair cümleleri, içten içe sürdürdüğü mücadeleleri, gittiği her evde ayrı ayrı kurduğu muhabbetler, diğer yanda Şadi'nin (oğlu) çok uzun yıllardır görmediği eşe-dosta, akrabalara yaklaşımı, babasının öğretmenlik hayatı boyunca verdiği tavizlere, onun yokluğunda çizdiği tabloya dair sorgulamaları, karşı çıkışları ve kabullenişleri, bir yandan birlikte yaşadığı kadının babasıyla kıyaslamaları, Avrupalı olmuş bir mimar gözüyle şehre ve vatanına bakışı ayrı birer tablo gibi ama bunların hepsi göze çarpan sahneler. Tam da bu yüzden bende bir Ortadoğu fotoğrafı izlenimi uyandırıyor. Diğer yandan arabada dinledikleri haberler, şarkılar, senaryonun ana ilerleyişi esnasında gerçekleşen bir-iki dakikalık olaylar/diyaloglar , hatta arabanın markası yönetmenin mesajının asıl taşıyıcılarıydı diye düşünüyorum. Filmi bu açıdan çok başarılı buldum. Ancak Ortadoğu fotoğrafı demem sizi yanıltmasın, filmi izlerseniz hemen hiçbir şeyin size yabancı gelmediğini fark edeceksiniz. (Burada ne kadar Ortadoğulu, ne kadar Avrupalı olduğumuza dair bir not düşülebilir belki.)

Wajib hemen her sahnesiyle beni kendine bağlayan bir filmdi ama bazı sahnelerin yeri ayrı elbette. En çok iz bırakanların içinden (spoiler olur endişesiyle hepsine yer veremiyorum ama) Ebu Şadi'nin oğlunun sevgilisinin babasıyla bir emrivaki üzerine yaptığı telefon konuşmasında bir çöplüğe bakarak şairane bir Filistin manzarası çizmesinin sebebi, vatan ve hayat algısı üzerine tartışmaları esnasında oğluna söylediği sözler, bir köpeğe çarptıktan sonraki kaçışı, kızını en çok kırıldığı anda merhametle teselli edişi, oğluna ve kendisine (klasik ve bilindik bir seçenek yerine) fiyakalı (aslında burada aklımdan geçen kelime fancy idi, tam karşıladı mı bilmiyorum) bir kahve alışı ve safiyane sunuş şekli unutamayacağım  sahneler.

wajib, wajeb, düğün davetiyesi, iksv,


Elbette filmde gözüme veya kulağıma takılan olumsuzluklar da vardı, ancak filmden aldığım tada gölge düşürmediğinden şimdilik yer vermeyi düşünmüyorum. Bir kısmı ise amatör bir izleyici olarak yapmaya kendimde hak bulmadıım teknik eleştiriler, bu bakımdan onlara da değinmeden geçmeyi tercih ediyorum. 

Filmin dilinin Arapça olduğundan bahsetmiştim. Uzun zamandır Arapça film izlemediğim için anlayamayacağımı düşünmüştüm ama dili oldukça sade ve anlaşılır buldum. Bunda Filistin olmasının etkisi büyük çünkü bizim gibi bu dili sonradan öğrenenler için daha anlaşılır bir lehçe. Arapça öğrenmeye çalışan ve bu süreçte izleyecek film arayanlar için iyi bir seçenek olduğunu düşünüyorum bu yüzden. Bununla birlikte çevirisinde (bilinçli olmadığını ve festivalde bu çeviriyle gösterilmediğini umduğum) tercihler ve hatalar var ki bunlara değinmeden geçemeyeceğim. Çünkü filmin mesajının anlaşılması ve aktarılmasında eksikliklere sebep olmuş. Sanıyorum bu hataların asıl sebebi altyazının Arapça'dan değil İngilizce'den çevrilmiş olması ancak bu sadece benim tahminim. Wajib'in ana karakterleri Filistinli olmakla birlikte Hristiyan ve filmde ziyaret edilen evlerin çoğu da onlar gibi Hristiyan. Ayrıca film noel zamanında geçiyor ve gerek diyaloglar gerek görüntüler aracılığıyla Hristiyan kültürüne ve ritüellerine dair birçok şeye değiniyor. Fakat bahsettiğim sahnelerde geçen diyaloglarda sıkça  (normalde Müslümanlara has olarak düşündüğümüz  ve hatta Türkiye'de neredeyse dindarlık alameti olarak görülen ) "elhamdülillah, Allah rahmet eylesin" gibi ifadeler kullanılıyor ki bu ana dili Arapça olan bu topluluk için oldukça normal. Çünkü dil ve kültürün böyle bir üst parantezi var. Ancak çevirmen bu tarz ifadeleri herhangi bir dini referansı olmayan "çok iyi, evet öyle, başın sağolsun" gibi -yer yer bir tercihin ötesinde yanlış çeviri olarak kabul edebileceğimiz- ifadelerle karşılamış. Bunlar bana kalırsa Arapça bilmeyen izleyici için filmin tadını etkileyecek dokunuşlar. Ayrıca bazı diyaloglar -özellikle telefon konuşmaları- daha genel çevrilmiş, bu da bazı detayların kaçmasına sebep olabilir. İnsaflı bir bakışla baktığımızda filmi keyif kaçıracak ölçüde bozmuyor belki ama bence eksik bırakıyor. 

Velhasıl, genel itibariyle keyifle izlediğim, detaylarını çok sevdiğim, gülmeyi de hüzünlenmeyi de tam dozunda yaşatan bir film oldu Wajib. İzleyecek olanlara iyi seyirler dilerim şimdiden.

28 Aralık 2018 Cuma

sözde senden kaçıyorum doludizgin atlarla, yavuz bülent bakiler, yılkı atı, yılkı atları, wild horses, horse, wild, horses on ride, horses on water, ahmet erdem, kayseri
Yılkı Atları, Kayseri, Ahmet Erdem 




Şaşırdım Kaldım İşte Bilmem ki Nemsin


Sözde senden kaçıyorum 
Dolu dizgin atlarla 
Bazen sessiz sevdasın 
İpekten kanatlarla

Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla 
Karşıma çıkıyorsun 
En serin imbatlarda 
Adını yazıyorum 
Bulduğun fırsatlarla 
Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla 
Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla 
Sözde senden kaçıyorum 
Dolu dizgin atlarla

Ne olur bir gün beni 
Kapından olsun dinle 
Öldür bendeki beni 
Sonra dirilt kendinle 
Çarpsam kara sevdayı 
En azından yüzbinle 
Nasıl bağlandığımı 
Anlarsın kemendinle

Kaç defa çıkıp gittim 
Buralardan yeminle 
Ama her defasında 
Geri döndüm seninle 
Hangi düğüm çözülür 
Nazla, sitemle, kinle 
Ne olur bir gün beni 
Kapından olsun dinle

Şaşırdım kaldım işte 
Bilmem ki nemsin 
Bazen kız kardeşimsin 
Bazen öp öz annemsin 
Sultanımsın susunca 
Konuşunca kölemsin 
Eksilmeyen çilemsin 
Orada ufuk çizgim 
Burda yanım yöremsin 
Beni ruh gibi saran 
Sonsuzluk dairemsin

Çaresizim çaremsin 
Şaşırdım kaldım işte 
Bilmem ki nemsin

Yavuz Bülent Bakiler