11 Haziran 2018 Pazartesi

29 Numaralı Koltuğun Hikayesi





Amin Maalouf'un son kitabı çıktığını bir konuşma esnasında laf arasında duyduğumda "nasıl haberim olmadı" hayıflanışı ve yeni bir güzel roman okuyacak olmanın heyecanıyla Google'a müracaat ettim. Kitabı bulup adını görür görmez (29 Numaralı Koltuğun Hikayesi - Fransa Tarihinin Dört Yüzyılı -ikinci kısmı o heyecanla hiç okumamış olduğumu düşünüyorum-) -normalin aksine- hiç incelemeden, yapılan yorumlar şöyle dursun tanıtım bültenini dahi okumadan o ayki kitap listeme ekledim ve hemen sipariş verdim. Sandığım gibi roman olmadığını ise kitaplarım eve geldiğinde paketi hevesle açıp kitabı elime aldığımda anladım. 29 Numaralı Koltuğun Hikayesi yazarın o zamana dek alışmış olduğum tarzından epey farklıydı. (Oysa ismi de tam bir roman ismi gibiydi. Kapaktaki "inceleme" kaydını yine o heyecandan ve ismin büyüsüne kapıldığımdan görememişim galiba.) Şöyle bir karıştırdıktan sonra arka kapağa göz attım. Sanırım çoktandır bu kadar hoşuma giden bir yazılış hikayesi/serüveni ile karşılaşmamıştım. Maalouf bu sefer beni hem şaşırttı hem de mutlu etti diyebiliriz.


Amin Maalouf 2011 yılında Claude Lévi-Strauss’un ardından Fransız Akademisi’nde 29. Koltuğa seçildi. Fransız Akademisi üyesi olmak Fransız dili üstüne araştırma yapmak kadar Akademi’nin tarihi hakkında çalışmak gibi bazı yükümlülükleri de beraberinde getiriyordu. İşte 29 Numaralı Koltuğun Hikâyesi bu çalışmaların bir meyvesi olarak doğdu.  

Yapı Kredi Yayınları 2017 yılında Maalouf’un Fransız Akademisi’ne Kabul Konuşması’nı yayınlamıştı. Akademi’nin âdetleri gereği, seçilen her yeni üye koltuğunu devraldığı selefi hakkında bir konuşma yapmak zorundaydı. Maalouf  da Claude Lévi-Strauss hakkında muazzam bir konuşma yaptı. Ancak Maalouf’un 29 numaralı koltuğa olan ilgisi bununla sınırlı kalmadı.

On sekiz kişi yer alıyor kitapta. Bu on sekiz kişinin hikâyesi hiç kuşkusuz dönem(ler)in Fransa’sına ayna tutma işlevi de görmekte... 

Maalouf, her zamanki titizliği ve ayrıntılara olan düşkünlüğüyle, koltuğun ilk sahibi Pierre Bardin’den (1590-1635) selefi Claude Lévi-Strauss’a (1908-2009) varıncaya dek, Fransa’nın siyasi ve kültürel tarihinin satır aralarında bir kazı çalışmasına girişiyor adeta...

Maalouf bu kitabında arka kapak yazısında da belirtildiği gibi, Fransız Akademisi’nin 29 Numaralı Koltuğuna seçilip de kendisinden önce bu "seçkinler topluluğu"na seçilen herkesin yaptığı gibi halefini anlatacağı konuşmasını yapmak üzere masasının başına oturduğunda onu içine çeken bir hikayeyi, son halkası olduğu bir halef-selef silsilesini, Fransız Akademisi'nin kuruluşundan itibaren üyeliğe seçilen kişilerden 18'inin hikayesini anlatıyor. Kitapta ansiklopedik bilgiler olduğu gibi dedikodular, samimi yorumlar, açığa çıkarılmış sırlar ve elbette itiraflar var. Fakat bu hikayeler veya diğer bir deyişle serbest yaşam öyküleri yalnız biyografik derlemelerden ibaret değiller. Birbirini takip eden her bir bölümde yazar, Fransa'nın dört yüzyıllık askeri, siyasi, sosyal ve kültürel tarihini anlatıyor aslında. Hatta Fransa'nın tarihi olarak sınırlamak bir bakıma yanlış bile olabilir, dünya tarihine belli bir pencereden bakma imkanı sunuyor desek daha doğru olur. Bu sebepten ötürü kitabı çok zevk alarak okudum. Her yeni isimde başka bir şey öğrendim. Kimi zaman hiç duymadığım kişiler ve bilgilerle karşılaşırken kimi zaman da aşina olduğum isimlerin başka yönlerini öğrendim. Bu bakımdan oldukça doyurucu ve bir yandan da merak uyandırıcı bir kitap oldu benim için.

Kitabın bende bıraktığı en olumsuz izlenim dilinin zaman zaman zorlaması oldu. Fransızcam olmadığı için aslından bakıp karşılaştırma yapma şansım yok fakat bunun metnin aslından değil çevirisinden kaynaklandığı kanaatine vardım. Çünkü Maalouf'un daha önceki kitaplarında böyle bir hisse kapılmamıştım. Bu sefer dil bana biraz "yavan" geldi. Diğer yandan yer yer Maalouf'un öznel değerlendirmelerinde belli belirsiz bir asimilasyon ve yapmacıklık hissettim ama bu benim Maalouf'uun düşünce yapısını az çok bilmemden kaynaklanan bir önyargı da olabilir. Ancak böyle durumlarda yazarın benimsediği ideolojiyi veya şahsi fikriyatını baştan kabullenip ona göre okuduğum için çok da önyargılı yaklaşmadığım kanaatindeyim. Yine de bazı aşırı söylemlere fazla hoşgörülü yaklaştığını ve bazı sivri köşeleri bilinçli olarak törpülediğini söylemek çok da haksız bir değerlendirme olmaz diye düşünüyorum. 

Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi DeğilSon olarak, kitabı okurken aklıma ilk gelen fikirlerden biri bu tarz bir derlemenin bizde yapılmasının ne kadar güzel, böyle bir çalışmayı okumanın ise ne kadar keyifli olacağıydı. Örneğin Darülfünun üzerinde böyle bir şey yapılsa kapsamlı ve kıymetli bir kültürel aktarım olurdu diye düşündüm. Böyle bir şeyi İsmail Kara yapsa tadına doyulmazdı mesela. Sonra acaba bizde buna benzer bir kitap var mı diye düşündüm, aklıma Haldun Taner'in Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil adlı eseri geldi. Onu okurken de benzer hatta daha büyük bir keyif almıştım. Ancak tarz olarak benzese de bir halef-selef ilişkisi barındırmıyor ve yazarın tanıklığı üzerinden -29 Numaralı Koltuğun Hikayesi'ne kıyasla- daha sınırlı bir döneme ışık tutuyordu. Başka bir örnek de hatırlayamadım açıkçası. Umarım bizde de bu zahmetli ama meyvesi güzel tarzı benimseyerek meraklı okuyuculara ve yeni nesillere kıymetli bir miras bırakacak kalem sahipleri çıkar. 

0 yorum:

Yorum Gönder