15 Haziran 2018 Cuma

Yazdıklarıyla Yaşayanlar

Nisan ayında okuyucunun nazar-ı dikkatine sunulan Yazdıklarıyla Yaşayanlar'ı önce sosyal medyada sonra da bir kitabevinin "çok satanlar" rafında görmüştüm. Çıkalı çok kısa bir süre olmasına ve öyle herkesin elinde rastlanan, çokça konuşulan bir kitap olmamasına rağmen o rafta olmasını kısa bir süre yadırgasam da yayıncılık sektörünün işleyiş biçimini göz önünde bulundurunca çok şaşırmayıp göz atma safhasına geçmiş fakat vaktim dar olduğundan çok detaylı inceleyememiştim doğrusu. Kitabın "Hikayelerin Hikayesi ve Yazdıklarıyla Yaşayanlar" gibi iki iddialı başlığa sahip olması ilk duyduğum gün merakımı uyandırmıştı ama kitapçıda görüp hızlı bir bakış attıktan sonra, lise çağındaki öğrencilerin edebiyat dünyasının başlıca kalemlerini tanıması için uygun seviyede bir kitap olduğunu düşünmekten öteye geçemedim. Yine de yeterli vakit ayırmadığımdan erken bir yargıya varmamaya ve kitabı kız kardeşim için almaya karar verdim. Bir sonraki ayın kitap listesinde Yazdıklarıyla Yaşayanlar'a da yer vermiş olmamın hikayesi bu işte. Okurken hissettiklerim ise ne yazık ki daha da umutsuz sonuçlanmış başka bir hikaye. 

Kitapla ilgili biraz bilgi verdikten sonra kısaca anlatmaya çalışayım. Hikayelerin Hikayesi-Yazdıklarıyla Yaşayanlar, Türk ve Dünya edebiyatından seçilmiş 25 yazarın hayat hikayelerine yer veriyor. 282 sayfalık kitapta her bir yazarın renklendirilmiş karakalem portresi var ki bu okurken bazı şeylerin zihnimizde canlanmasına da ufak bir katkıda bulunuyor. Yazarı Hasan Saraç. Bu kitabı elli yıllık okuma tecrübesini kendi potasında eriterek okuyucuya aktarmak için yazdığını söylüyor. 

Her ne kadar bu kitabı Mayıs ayının başında almış olsam da en yoğun dönemlerden birine denk geldiği için bir türlü okuma fırsatı bulamadım. Fakat zihnimin bir köşesinde yer işgal etmeye devam etti. Çünkü içten içe bir merak duyuyordum. Yaklaşık bir ay sonra, tatil için eve gitme vaktim geldiğinde kitabı salonda bir rafta görünce kardeşimin eve götürmeyi unuttuğunu fark ettim ve hem yolda okumak hem de kardeşime ulaştırmış olmak için kitabı çantama attım. Uçak havalandıktan sonra birkaç bölüm okumak niyetiyle kapağı kaldırdım fakat hızla ilerlememe rağmen hiçbir tat alamadım. Yorgunluğuma verip kitabı kapattım ve bu geceye dek ara ara uyumadan önce birkaç bölüm okumak dışında elime alamadım. Nihayet bu gece çay için balkona çıktığımızda yanıma aldım ve sabrımı koruma kararlılığıyla kldığım yerden devam etmeye koyuldum. Çünkü bu sefer yorgun veya uykusuz değildim, uyumaya da çalışmıyordum. Tatlı tatlı esen rüzgarın akışında, huzurla okuyabilirdim. Fakat -yine ve yeniden- işler planladığım gibi gitmedi. Sayfalar çerez misali hızla azalırken keyfim de o oranda kaçıyordu. Bırakmanın eşiğinden birkaç kez döndüm fakat bir kez daha muhatap olmamak için biraz önce bitirmeye muvaffak oldum ve bilgisayarın başına geçtim. Çok mu kötüydü? Hayır. Fakat çok hafife alınmıştı, bir akıştan, kronolojiden veya kendi içinde bir uyuma sahip olmaktan uzaktı. Bunları detaylandırmaya çalışacağım için önce sevdiğim birkaç şeyden bahsedeceğim. Sonra neden keyfimi kaçırdığını, hatta sinirlendirdiğini anlatabilirim.

Öncelikle kitabın amacını, bir bakıma yazarın -kendine göre- samimiyetini, hayatlarından ve eserlerinden kesitler sunduğu yazarları küçük detaylar, benzetmeler veya bir şekilde kesişen yollar üzerinden birbirine bağlamasını ve -muhtemelen neden ve nasıl yazdıklarına dair birer işaret olması için- yaşadıkları döneme dair genel bilgiler ve bazı detaylar vermesini güzel, hacmini yerinde buldum. Kapak tasarımının, kitap içi grafiklerin, çizimlerin ve genel itibariyle kompozisyonun da hakkını vermek lazım, Portakal Kitap bu bakımdan iyi bir iş çıkarmış. Ayrıca kitap için bir tumblr hesabı açılmasını ve her yeni bölümde özel bir karekodla hikayesi anlatılacak yazar için girilmiş bir tumblr postuna bağlantı verilmesini ve böylece kitaba interaktif bir yön kazandırılması fikrini çok parlak buldum. Genç okuyucu kitlesi için güzel ve cazip bir detay bu.

Canımı sıkanlara gelecek olursak, liste uzun. İlk olarak kitapta en çok gözüme batan şey akışın kronolojik olmamasıydı. Evet belki böyle serbest bir seçkinin -ki herhangi bir kriter esas alınmadan yalnız büyük yazar olmaları esas alınarak seçilmiş- bir devamlılık barındırması şart değil, zaten bu yüzden ilk elli sayfada bu duruma çok takılmamaya çalıştım. Fakat kitap ilerledikçe yazar daha çok tarihi detay vermeye hatta birçok yazarın hikayesine tarihten bir kesitle girmeye başlayınca durum bir probleme dönüştü. Çünkü seçilen yazarların tamamının bir kronolojik akış içerisinde anlatılması mümkün, arada büyük zaman aralıkları yani boşluklar yok. Bunun yanında tarihi veriler de bulunduğu için akışın olmaması zihnin sürekli bölünmesine sebep oluyor ve bir çerçeve oluşturmayı oldukça zorlaştırıyor. 
Tarihi bilgilerden bahsetmişken bu pasajların hikayeye eklemlenme usulüne de değinmek lazım. Aslında bu kısa bilgiler her bir yazar için hemen hemen yerinde ve ideal miktarda olmasına rağmen hikayelerle bütünleşememiş maalesef. Dönem tablosundan yazarın öyküsüne -veya tam tersi- çok hızlı geçildiği için metinler yanlış yönden birleştirilmiş bir yap-boza dönüşmüş adeta. Oysa hikayenin içine doğru bir biçimde -ve yine söz konusu yazarın hayatının zaman çizelgesiyle uyumlu olarak- yedirilse çok başarılı bir tablo çıkabilirmiş ortaya. 

Gelelim yazarın anlattığı hikayelerde ele aldığı yazarların eserlerinden bahsetmesine. Aslında bu kitabın olumlu yanlarından biri, çünkü yalnız eserlerin isimlerine değil hangi zaman ve şartlarda yazıldığına, yazarının hayatında nasıl bir yeri olduğuna ve edebiyat dünyasında nasıl karşılandığına da yer vermiş yazar. Fakat tüm bu olumlu yanları nötrleyen hatta olumsuza döndüren bir sorun var, o da -sosyal medya diliyle ifade edecek olursak- spoiler! Evet, yazar özetine yer verdiği . eserlerin sonunu da okuyucuya sunarak ilk kez bu kitapta görüp okumak isteyecekler için bütün büyüyü bozuyor. 

Bir diğer konu, kitabın dili. Eserin bazı bölümlerinde vasat, hatta ara ara vasatın üstü bir üslup varken; bazı bölümleri adı duyulmamış yayınevlerince sadeleştirilmiş dünya klasiklerinden az hallice (çocukken maruz kaldığımız yavan hikaye dili evet). Çok acımasız bir cümle oldu belki ama bazı bölümlerin masal formunda yazılmış olması ve bu forma yer verilen bölümlerin bile kendi içinde bu bakımdan bir tutarlılık gösterememesi beni böyle düşünmeye itiyor. Esaslı cümleler, yerli yerinde geçişler, güzel paragraflar ve edebi değer taşıyan tanımlamalar da yok değildi, hakkını yiyemem ama az sayıda olmaları ve kompozisyon hataları sebebiyle arada kaynamaları kaçınılmaz olmuş. 
Bunun yanında çok sık tekrarlanan yapı ve kip uyuşmazlıkları ve olay örgülerinde göze batan kopukluklar var. (Aslında yazar olayları seçmede başarılı ama birbirine bağlamakta yetersiz kalmış yer yer.) İçinizden amma abarttı, ders kitabı mı bu diye düşünüyor olabilirsiniz bu noktada, fakat zamanlar o kadar karman çorman ki geçmiş zamanda giderken bir anda geniş zamana, aynı cümlenin içinde gelecek zaman derken yine geçmiş zamana dönüveriyor ve bütünlük yara alıyor. Anlatı tekniğindeki farklılığa veya post-modern bir yazma biçimine yorulabilecek bir geçişkenlik de değil. Mesela kitabı kapağı olmadan rastgele bölümler halinde okusanız, hepsinin aynı kitabın parçaları olmadığını düşünmeniz mümkün. Ciddi bir üslup bölünmesi var ve bu geçişler, bölünmeler, uyumsuzluklar hikayeye odaklanmayı zorlaştırdığı gibi okuyucuyu da sinir ediyor. En azından beni etti, çünkü bana göre bu yapılan hem bir nevi ciddiyetsizlik hem de okuyucuya saygısızlık.  Ama bu sadece yazardan kaynaklanan bir problem değil. Neticede kitaplar bir editörün değerlendirmesinden sonra okuyucuya sunuluyor. Eğer bir editör sıradan bir okuyucunun dikkatini çeken, dahası gözüne batacak kadar bariz olan problemleri göremiyor veya görmesine rağmen kitabı tashih etmeden baskıya gönderiyorsa yaptığı işi ciddiye almıyor demektir. (Ki azımsanmayacak sayıda yazım hatasının olması da başka bir sorun.)

Son olarak söylemek istediğim iki şey var. İlki kitapta yazarlar ve onların hikayeleri üzerinden verilmeye çalışılan mesajlar. Sanıyorum yazar kendince üstü örtülü bir biçimde ve hikayeye yedirerek mesajını verdiğini düşünüyor ama buradan bakıldığında pek öyle görünmüyor. Söz konusu mesajlar çok sığ bir dille aktarılmış -adeta köşe yazısından sosyal mesaj- ve kurgunun içinde eğreti duruyorlar. (Böyle gizli-açık mesajların alakalı-alakasız konduruluverdiği eserleri arkamızda bırakmış olmamız gerekmiyor muydu?)
İkincisi seçilen yazarlar. Kitapta 25 farklı yazarın hikayesi anlatılıyor, bunlardan 6 tanesi Türk. Başlangıçta buna dikkat ettiğimi söyleyemem açıkçası fakat kitap bittiğinde yabancı yazarlarla Türk yazarlar arasında tam bir korelasyon olmadığını fark ettim. Şayet bu kitapta hikayesi anlatılan yazarların belirlenmesinde esas alınan kriter yazdıklarıyla yaşamaksa, yazar bunu neyden yola çıkarak belirliyor? Şayet büyük yazar olmaksa mesela Sevgi Soysal bu kitapta kendine nasıl yer bulabiliyor? Yanlış anlaşılmasın, Sevgi Soysal'ı küçük gördüğümden veya hikayesini anlatılmaya değer bulmadığımdan değil -ki sağlam bir kalem olduğunu düşünüyorum-, Türk edebiyatında önemli bir yer edinmiş, belki çığır açmış onca kadın/erkek yazar varken neden onun seçildiğini anlamadığımdan sorguluyorum bunu. Kitabın teması yaşadığını yazmak olsaydı belki bir nebze anlayabilirdim ama şu noktada bunu söylemek güç. Ama buradan bakınca, daha ziyade otoriteyle problem yaşamak ve belli bir ideolojiye yakınlık gibi kriterlerin daha etkili olduğu hissine kapıldığımı söyleyebilirim. Gerçi yazar önsözde böyle bir seçkiyi yapmanın zorluğundan "kişisel tercihlerin kaçınılmazlığından" bahsetmiş ama en azından bazı ortak kriterler olsa bir çerçeveye oturtulabilirmiş.

Genel itibariyle biraz sivri bir değerlendirme olduğunun farkındayım ama edebi değer taşıdığı iddia edilen ama bütüne bakıldığında edebi olmaktan uzak olan (Güzel cümleler kurabiliyor olmak, onları güzel birleştirebildiğimiz ve her güzel cümleler koleksiyonuna edebi değer atfedebileceğimiz anlamına gelmiyor.) ve övüldüğünün yarısı kadar bile kaliteli olmayan kitaplar beni sinirlendiriyor, bu yüzden biraz sert gitmiş olabilirim. Hiçbir şey öğrenmedim diyemem ama bu seçki ve bu verilerle çok daha güzel ve kaliteli bir kitap ortaya çıkarılabileceğini, potansiyelin ziyan edildiğini söylemem lazım. Keyifli bir okuma sunabilecekken bir sinir harbine dönüşmeseydi keşke. 

Şunları da söyemeden geçemeyeceğim:
* Yazarın kitapta sık sık atıfta bulunduğu ve biraz da esinlendiği, Selim İleri'nin Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu adlı eserinden üslup ve seçme yöntemi bakımından da etkilenmiş olmasını dilerdim. (Galiba bu kitabın etkisinden çıkmak için ikinciye okuyacağım Selim İleri'yi :) )
* Hemen her bölümde lafın dönüp dolaşıp bir şekilde Orhan Pamuk'a bağlanmasının sebeb-i hikmeti nedir anlayamadım. 
* Aslında bu bütün milletlerde var bu ama bizim milletin önemli/ünlü kişileri anlatırken kötü özellikleri bile olumlayarak anlatması problemini nasıl çözeceğiz? Bana bu pembe gözlüklü anlatılardan fenalık geldi doğrusu.
* Yazara çok yüklenmiş olmamak adına az-çok sevdiğim birkaç bölümü de zikredeyim: Franz Kafka, Stephen King, Halide Edip, Albert Camus, Irvin D. Yalom, Ernest Hemingway, Mark Twain.

Çok konuştum ama emin olun bu özet hali, okurken içimden bunları uzun uzun tartıştım. :) Kitabı belli bir okuma kültürü olan, okuduğundan keyif almayı seven ve bariz yazım ve üslup hatalarına tahammül edemeyen okuyuculara tavsiye etmem ama lise çağındaki gençlere ve kolay okunan kitapları seven okuyuculara (bir de çok merak ediyorsa çok hızlı okuduğu için zaman kaybı yaşamayacak olanlara) önerebilirim. Hiç yoktan dünya edebiyatının önemli kalemlerine dair bir dağarcık edinmiş olurlar. 


0 yorum:

Yorum Gönder