12 Aralık 2019 Perşembe

İstanbul Dersleri: Bir Caminin İzinde

Bu yazının hikayesi bir ay kadar önce her şeyin ters gidiyor gibi göründüğü bir günde başladı. O gün bir yazma eseri bulmak için önce Süleymaniye'ye gitmiş, dijital kayıtların mesai saatine yetişemeyince de diğer nüshasını bulmak için rotamı İstiklal'e çevirmiştim. Üstüne onca yolu gelip mesaiye yetişemedim diye hayıflanırken bindiğim metronun ışıkları sönmüş, 15 dakika habersizce beklediğimiz için varışım gecikmişti. Aradığım nüsha için Yapı Kredi'nin kütüphanesine vardığımda onların mesaisinin bitmesine de 20 dakika kalmıştı. Pes etmedim. Kütüphane katına ulaşıp sorumlu kişiyle konuştuğumda ne eseri ne de dijital kayıtları göremeyeceğimizi, eserden faydalanmak için mail ile talepte bulunup ücreti mukabilinde istediğimiz sayfaların kopyalarını alabileceğimizi öğrendim. Sağ olsun beyefendi nezaket gösterip kendi monitöründen eseri şöyle bir görmemi sağladı, hiç yoktan iyidir deyip gerekli bilgileri aldıktan sonra çıktım. Baktım akşamın vakti yakın, yola çıksam eve yetişmeme ihtimali var, günüm de pek iyi geçmedi bari usul usul Karaköy'e ineyim, yol üstündeki camide de namazı kılarım diye plan yapıp yürümeye başladım.


yüksek kaldırım, akşam, ışıklı sokak, ışıklı cadde, akşam taksim, kalabalık cadde
Yüksek Kaldırım Caddesi
Arkamda hafif sert akşam rüzgarı, önümde bütün şenliğiyle cadde, yürüdüm. Yolumuz Taksim'e düştüğünde bizi namazı nerede kılacağız endişesinden kurtaran, rengarenk ışıklı dükkanların arasında neredeyse görünmez kalan camiye geldiğimde aklımda bu caminin adını neden bilmediğim sorusu vardı. Namazı kılıp çıkınca baktım, Müeyyetzâde Camii yazıyordu. Tabelada böyle bir isim görmek beni şaşırtmıştı, bu arada kalmış, yeni görünümlü caminin cumhuriyet sonrasında yapılmış, tarihi vasfı olmayan bir cami olduğunu düşünmüştüm hep.

Aşağı doğru devam ederken Müeyyetzâde diye arama yaptım, ilk sırada çıkan İslam Ansiklopedisi maddesine (Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi) tıkladım. Tam o sırada telefonum çaldı, tarayıcıdan çıktım ama sekme açık kaldı. Sonraki günlerde tarayıcıyı her açtığımda sekme karşıma çıktı fakat yoğunluktan açıp bakamadım.
Yaklaşık 10 gün sonra tez için aldığım fakat dolaylı kaynak olduğu için okumayı sonraya bıraktığım bir kitabı elime aldım, kitaba konu olan kişinin yaptırdığı camiyi öven satırlara rast gelince açtım hangi cami diye baktım, Eyüp'e her gidişimde yolumun düştüğü, şahane çinileri olan küçük cami olduğunu görünce aklıma birden Müeyyetzâde Camii düştü, vakti bugünmüş demek ki deyip günlerdir açık duran sekmeye gittim.

Açık konuşmak gerekirse karşıma böyle bir portrenin çıkacağını hiç düşünmemiştim. Çünkü camii gayrimüslimlerin yoğunlukta olduğu bir muhitte, oldukça küçük bir alanı kaplayacak şekilde inşa edilmişti. Bu yüzden Müeyyetzade olsa olsa mahallenin ileri gelenlerinden orta rütbeli bir memurdur diye varsaymıştım. Fakat karşıma çıkan Müeyyedzâde birden çok sultanın hayatında etkin rol oynamış bir alim olmasının yanında Osmanlı Devleti'nin hukuk düzeninin oluşmasında etkili alimlerden edebi sahadaki ustalarına kadar birçok ismin hâmîsi olmuş, bir devre ve hatta sonraki nesillere damga vurmuş bir şahsiyetti.

Müeyyedzâde Abdurrahman EfendiKazerûniyye Tarikatı'nın şeyhi ve II. Bayezid 'in Amasya sancağındaki nişancısı olan Alâeddin Ali Çelebi'nin oğlu olarak XV. yüzyıın ortalarında (1456) dünyaya gelmiş. Anne ve baba tarafından silsilesi köklü ailelere dayanan Müeyyedzâde iyi bir medrese eğitimi aldıktan sonra Şehzade Bayezid'le tanışmış ve sofrasının daimi üyelerinden olmuş. Bu yakınlık kendisinin şehzadeyi kötü alışkanlıklara sevkettiği iddiasıyla Fatih Sultan Mehmed'e şikayet edilmesine yol açıp hakkında idam fermanı çıkınca Şehzade tarafından kaçması sağlanmış.
Hikaye buraya kadar yeterince heyecanlı değilmişçesine bu kaçışla birlikte yeni bir serüven başlamış. Önce Halep'e giden Müeyyedzâde burada çeşitli alimlerle görüşüp dersler almış. Ardından kendisine Şiraz'da yaşayan bir büyük alimden bahsedilmiş ve artık ona gitme zamanının geldiği söylenmiş. Bahsedilen alim meşhur Devvânî'den başkası değil. Müeyyedzâde bu kez Devvânî'nin talebesi olmak üzere İran'a doğru yol almış. Burada Devvânî'den hem icazet alan hem de onun övgüsüne mazhar olan Müeyyedzâde Hafız-ı Acem gibi alimlerle de arkadaşlık etmiş.
Ekim 1483'te Fatih Sultan Mehmet vefat edip II. Bayezid tahta çıkınca Amasya'ya dönen Müeyyedzâde hocaları Hatibzâde Muhyiddîn Mehmed Efendi ve Mevlâ Muslihuddîn Kestelî tarafından imtihana tabi tutulmuş, imtihanı başarıyla verdikten sonra hocalık icazetini alıp önce Kalenderhâne Medresesi’ne, hocası Kestelî’nin kızı ile evlendikten sonra da Sahn-ı Semân Medresesi'ne müderris olarak tayin edilmiş. Bu görevin ardından Îsâ Fakih’in vefatı üzerine 1494'te Edirne kadılığı, 1501'de Anadolu ve 1505'te Rumeli kazaskerliği ile görevlendirilmiş. Kazaskerliğin şeyhülislamlık makamının üstünde oldukça yetkili bir makam olması dikkate alındığında Müeyyedzâde'nin nasıl bir yükseliş yaşadığı daha iyi anlaşılıyor. Şehzade Selim'e karşı diğer şehzadeleri desteklediği bilinen MüeyyedzâdeI. Selim'in sultan olmasıyla birlikte bu sebeple görevinden azledildiyse de daha sonra tekrar Rumeli Kazaskerliğine atanmış ve sultanın emriyle Çaldıran Muharebesi'ne katılmış, bir yıl sonra da vefat etmiş.
Bu çalkantılı ve hareketli ömrüne iki sultan, dört eser, sayısız talebe sığdıran Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi şairlerin, ediplerin ve alimlerin koruyucusu olarak yazdırmış tarihe adını. Müeyyedzâde'nin himayesinde yetişenlerin ve tavsiyesiyle görev alanların başında Kemalpaşazâde (İbn-i Kemal) ve Ebussuud Efendi geliyor. Bunun yanında Şiraz'da arkadaşlık ettiği Hafız-ı Acem, Necati Bey ve Zâtî gibi önde gelen alim ve şairler de hâmîlik ettiği kişiler arasında yer alıyorlar. Müeyyedzâde'nin himayesinde bulunan kişilerin meslek hayatlarına göz atıldığında kendisinin hem II. Bayezid'in hem de I. Selim'in atamalarında etkili olacak nüfuza sahip olduğunu söylemek mümkün.
Tabloya bakıldığında Müeyyedzâde'nin Osmanlı'yı Osmanlı yapan kurucu figürlerden biri olduğunu söylemek herhalde abartı olmayacaktır. Himaye ettiği kişilerin yanında oğlunun Sahn-ı Semân müderrisliği yapması, meşayıhtan olan abisi Hacı Halife Abdurrahîm Efendi'nin oğlu olan yeğeni Şeyhî Abdulkadir Efendi'nin ise Ebussuud'a damat ve talebe olması ve daha sonra şeyhülislamlık görevini ifa etmesi de bu durumu destekler nitelikte. Bu arada Aşık Çelebi'nin de torunu olduğu bilgisini unutmamak lazım. Kendisinin hayatıyla ilgili küçük detayları Aşık Çelebi'den öğrenmişiz.  (Bunlardan biri de gençliğinde kendisi gibi Amasyalı olan ilk kadın şairlerimizden Mihrî Hatun'a uzaktan uzağa bir sevgi beslediği. ) 

Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi hakkında öğrendiklerim başta bu bilgilerden ibaretti, okudukça heyecanlandım, bağlantıları keşfederken zihnimde birbirini takip eden ışıklar yandı. Bu esnada tezimle dolaylı ilgisi olan tamamlayıcı bilgiler ve bağlantılar bulduğuma sevinirken daha önce hiçbir yerde görmediğim önemli ve doğrudan bir bilgiye de rastlayınca içimde bir miktar rüzgarlar esti, kelebekler uçuştu. Bu noktaya Taksim dönüşü aklıma düşen ufak bir soruyla gelmiş olduğumu düşünürsek nasıl bir mutluluk yaşadığım tahmin edilebilir. Taksim demişken, konuya dönmenin de zamanı geldi sanırım.

Müeyyedzâde hakkında araştırma yaparken çok şey öğrenmiştim ama bunca şey arasında bir eksik vardı, hiçbir yerde cami yaptırdığına dair bilgi olmadığı gibi çocuklarının yaptırdığına dair de yoktu. Başa döndüm ve bu defa doğrudan camiyi temel alarak aramaya başladım. Bu defa karşıma daha ilginç bir tablo çıktı.

Lohusa Hatun Türbesi
Müeyyetzâde Camii kimin tarafından yaptırıldığı konusunda bir ihtilaf olmakla beraber XVI. yüzyılın ikinci yarısında Müeyyetzâde Katip Mehmed Efendi tarafından yaptırıldığı biliniyormuş. Katip Mehmed Efendi'nin kim olduğuna dair ise iki farklı rivayet var. Bu rivayetlerden biri İstanbul'un meşhur efsanelerinden birine çıkarttı yolumu. Lohusa Hatun. Müeyyetzâde Camii'den yaklaşık 600 m. ileride, Şişhane Parkı'nın karşısında türbesi bulunan Lohusa Hatun bir rivayete göre 1596'da III. Mehmet döneminde (muhtemelen Haçova) orduyla birlikte sefere giden askerlerden biri geride hamile eşini bırakır. Seferden döndüğünde birkaç gün önce eşinin öldüğünü öğrenir ve mezarı başına gider. Mezarın başında ağlarken bir bebek sesi duyar, bunun üzerine mezar açılır ve içinden yeni doğmuş bir bebek çıkar. Bu bebek büyür ve büyük bir alim (veya devlet adamı) olur, annesinin mezarına bir türbe yaptırır ve bu hadiseden dolayı da Meyyitzade diye anılır. Bu rivayeti Evliya Çelebi Seyahatnâmesinde aktarmakta, türbenin I. Ahmed zamanında inşa edildiği kaydını eklemektedir. Diğer rivayete göre  sesinin güzelliğiyle meşhur olan Güzel Hoca isimli biri padişahın kızlarından birine aşık olur. Aşkından sesini bile kaybedecek noktaya gelince annesi gider, padişahtan kızı ister padişah razı olmasa da kızının da hocaya aşık olduğunu, bu yüzden yemeden içmeden kesildiğini öğrenince mecburen kızını verir. Hocayla padişahın kızı evlenir, bir süre sonra hacca gitmeye karar verirler ve yola çıkarlar. Hacda iken padişahın kızı rahatsızlanır, toparlanıp geri dönülür, İstanbul'a ulaşıldığında ise vefat eder. Bu duruma çok üzülen hoca hanımı için bir türbe yaptırır, her gün gelip türbe başında ağlar. Birkaç ay sonra ziyareti esnasında bir ağlama sesi duyar, mezar açılır. Kadının bedeninin hiç bozulmadığı, kucağındaki bir bebeğin de anneden süt emdiği görülür. Bebek mezardan alınır, bu mucizevi olay karşısında İstanbullular padişahın kızına Lohusa Sultan adını takarlar, bebek de büyür ve meşhur bir alim olur, yine Meyyitzâde olarak anılır. Bu rivayete göre olay 1647 yılında gerçekleşmiş. Türbenin kitabesinde de aynı tarih mevcutmuş. Türbenin içinde bulunan üç kabir de pencere üzerlerindeki kitabelere göre  941/1535 vefat tarihli Kâtib Mehmed Çelebi, 943/1537 vefatlı Hümâ bint Havvâ ve  1097/1686 vefatlı Sâliha Hatun'a ait görünmekteymiş. (Türbeye gitmeye fırsatım olmadığından gidip teyit edemedim, bu sebeple baktığım linklerden en geniş kapsamlı olanı şöyle bırakıyorum. https://www.arkeolojikhaber.com/haber-lohusa-sultan-turbesi-meyyitzade-efsanesi-mueyyetzadeden-mi-dogdu-20417/ ) Uzun bir müddet Evliya Çelebi'nin mezarının da bu türbede bulunduğu sanıldığından Lohusa Sultan Türbesi günümüze kadar ulaşmış ancak daha sonra Evliya Çelebi'nin mezarının burada bulunmadığı anlaşılmış.  
Peki bu efsanenin ve Lohusa Sultan'ın Müeyyetzâde Camii ile ne alakası var? 1940'lara kadar Lohusa Sultan Türbesi'nin  bulunduğu yerin hemen yanından Galata Mevlevîhanesine kadar uzanan bölgede Pera Mezarlığı bulunuyormuş. Mevlevihane'nin biraz ilerisinde de Müeyyetzâde Camii bulunuyor. Cami ile türbenin yakınlığı, Müeyyetzâde ile Meyyitzâde isimlerinin benzer olması bu iki yapının halk tarafından birbirine bağlanmasına sebep olmuş, camiyi yaptıran Müeyyetzâde Kâtip Mehmed Çelebi'nin efsanede kurtarılan bebek olduğu, camiiyi de annesinin hatırasına hürmeten yaptırdığı anlatılagelmiş. Ancak caminin duvarına bitişik bulunan Müeyyetzâde Kâtip Mehmed Efendi'ye ait 990/1582 tarihli bir kabrin bulunduğu ifadesi caminin efsaneyle kurulan bağını oldukça zayıflatıyor. Müeyyetzâde'nin hangi Katip Mehmed Efendi olduğuna dair ikinci rivayet de bu kabrin sahibi ve caminin banisi olduğundan ibaret. Cami 1950 yılında banisinin adını taşıyan Müeyyetzâde Mahallesi sakinlerinin desteğiyle tekrar yapılana dek geçirdiği tahribatlar ve yangınlardan dolayı harap halde bulunduğu, bir dönem de ahır ve depo olarak kullanıldığı için ne caminin orijinal yapısına ne de banisine dair ek bir bilgiye rastlanmıyor.

En azından ben bulamadım. Yalnız Amasya Sicilleri üzerine yapılmış bir çalışmada yakın tarihlerde yaşayanların arasında aynı isimde birinin zikredilmiş olması bir bağlantı olabileceğini düşündüm fakat bu da ilave araştırmaya muhtaç. Velhasıl Meyyitzâde ve Müeyyetzâde'nin ayrı kişiler olduğunu kabul etsek dahi bu kişilerin kim olduğu meselesi hala gizemini koruyor. Bu gizem merakımı celbetse de daha detaylı bir araştırmaya şu sıra vaktim olmadığından sorularımın cevabını bir başka zamana ertelemek zorundayım. Belki yolların beni İstiklal'e götürdüğü bir dahaki sefere birkaçını bulmak için ufak bir keşfe çıkarım. (Şöyle ekranı yukarı doğru kaydırınca epeyce uzun yazdığımı fark ettim. Başlarken de niyetim bu kadar uzatmak değildi ama olaylar kendiliğinden gelişti.)

eski fotoğraflar, beyoğlu arşivleri, müeyyetzade mahallesi eski
Bu yazıyı yazmaya yukarıda anlattıklarımı bir otobüs yolculuğunda teyzeme anlatırken karar vermiştim. Çünkü anlatırken bu şehrin her sokağının, her köşesinin yeni bir şeyler öğrettiğini, İstanbul'un tek başına öğretmen olduğunu bir kez daha anladım. Bir soru ve bir caminin peşinde çıktığım bu yolculuk bana birçok şey öğretmekle kalmadı, üstüne çalışmamla ilgili oldukça önemli bir bilgiye de ulaştım. Bu soruyu sormasam, o maddeyi açmasam ve Müeyyedzâdeleri birbirine karıştırmasam muhtemelen bu bilgiye ulaşamayacaktım. Günün sonunda nasibime bu kadar çok şey düştüğü, bir de bu şehirde doğmak ve yaşamak lütfuna eriştiğim için ne kadar şükretsem az.

Buraya kadar gelmişken bu şehrin bize öğretmen olmasını sağlayan, her köşesine bir hayrat bırakanların ve hassaten Müeyyedzâde ile Meyyitzâde'nin ruhlarına bir fatiha ile sonlandırmazsam herhalde ayıp olur. el-Fatiha.

 (Yazarken kullandığım kaynakları ve bahsi geçen kişileri linkledim, merak edenler altı çizili kelimelere tıklayarak ulaşabilir. İlave kaynaklar ise şöyle:

https://medium.com/@onganarslan/portre-m%C3%BCeyyedz%C3%A2de-abdurrahman-efendi-%C3%B6-1516-ff60eb00e0c1 [çok sansasyonel bulmakla birlikte yazıdan bir bilgi aldığım için paylaşıyorum]

https://www.istanbulunsirlari.net/istanbulun-ilginc-bir-hanim-turbesi/

http://isamveri.org/pdfdrg/D254426/2017/2017_ARSLANE.pdf

http://amasya.bel.tr/Files/kitaplar%20pdf/amasya%20%C3%BCnl%C3%BCleri1.pdf )

0 yorum:

Yorum Gönder